ay ken yu ken vat ken yu du

çiek böcek kelebeeek

28 Aralık 2010

sahaftan seyyaha...

3.2 yle çekilmiş kötü bir fotoğraf kabul ediyorum. ama odamın duvarında tanımadığım yerlerin insanların yazıların olmasını seviyorum. üstelik bunlar siyah beyazsa sevgiden öte hisler besliyorum. hepsinin bi hikayesi var bende. bir gün anlatacağım kendime de. söz. (köşelerinin nemden kıvrılması da en sevdiğim.)

19 Aralık 2010

Adımın bir harfini atıyorum
elma günlerimiz sona ermiştir. başka bir varlıkla buluşmak dileğiyle en çok kendimi öpüyorum.
Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun
Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz 
Bir yanda Sirkeci'nin tiren dolu kadınları
Adettir sadece ağızlarını öptürürler
Ayaküstü işlerini görmek yerine


                                     Duvarda bir kilise
                        İstanbul'da bir duvar duvarda bir kilise
                        Sen çırılçıplak elma yiyorsun
                        Denizin ortasına kadar elma yiyorsun


17 Aralık 2010

bu da anlık işte. gelip geçer

ağlamak gözünden yaşlar süzülürken değil de yastığa bastırıp kendini onu ıslattığında güzel olurdu -tabi ergenlikte-. garip bi tatmin duygusu yaşıyor bence insan biri için ağlarken. belki de sevebilme kapasitesini görüp kendi kendine gurur duyuyor bir nevi ego tatmini. ben ağlayan insana dayanamam. öyle kıyamam filan değil bildiğin katlanamam. durmak istemem yanında ağlama diye bağırmak isterim. hele de aciz değilse bu insan elinden geleni yapmadan daha ağlamaya başlamışsa... öldürsün kendini. çok kızarım. gururdu falan demiyorum bak. gururdan ağlamamak ayrı bir saçmalık bana sorarsan. benim bahsettiğim; bir şeylere boyun eğip yine de ağlamak. insan aciziyetinden ve daha çok insanın bu aciziyetini kendini acındırmak için kullanmasından tiksiniyorum. o kadar iğrenç geliyor bu bana.
insan dediğin yalnız yaşayamaz. evet. ama bir arada yaşamak demek başkasına hakim olmak başkasının sınırlarını ihlal etmek onu kontrol etmek demek değil hepimiz böyle söyleriz. bunu yapandan çok yapılanın anlamasını istiyorum. özgürlük anlayışı her gün yeni bir boyuta girerken herkesin biraz da kendi iç özgürlüğü olmalı diyorum. ya da bazı kuralları olmalı. katı ya da değişmez değil ama karakter dediğimiz şeyi ortaya çıkaracak bizi tutarlı kılacak bazı temel taşlar gerekli.
mucize bekler gibiyim bu ara. hiçbir şeyi düşünmüyorum. önüme gelen fırsatları değerlendirmeliyim dedim. sanırım bunu da yanlış anladım. her çıkan fırsata atlayıp heveslenmek sonra da onca yükseklikten birden paaat...
geçen sene bu aylarda yine böyleydim ama o zaman fırsatları itiyordum. ne değişti? yöntem farklı olsa da sonuç aynı. bir de artık yastığı ıslatmak eğlenceli mi değil mi bilmiyorum. çünkü hiç ağlamıyorum.
                           Kuşlar uçuyor üstümde bunlar senin elmanın kuşları
                 Gökyüzü var üstümde bu senin elmandaki gökyüzü
                 Hatırlanacak olursa seninle beraber soyunmuştum 
                 Bir kilisenin üstünde
                 Bir yandan çan çalıyorum büyük yaşamaklara
                 Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak


                      

16 Aralık 2010




             Ben de çıplağım ama elma yemiyorum
               Benim öyle elmalara karnım tok
                 Ben böyle elmaları çok gördüm ohooo

              
                                                  


14 Aralık 2010

Yavrum Doçland

bir heyecana kapılıp alamanyaya sefer düzenlemeye kalkıştık. pasaportuydu schengen'iydi derken şimdiden bezmiş bulunmaktayım. (bu arada daha sadece öğrenci belgesi için başvurdum) almancaya pekte meraklı değilim aslında ama "nerde beleş oraya yerleşgiller"den olduğum için ev arkadaşımın ananesinin orda evi olmasından ötürü bir şekilde sokuşturdum kendimi araya. ha çokta iyi oldu çokta güzel oldu orası ayrı. "bir dil bir insan üç dil beş insan" felsefesinin yanında şu yaşlarda(20 civarı) gezmeyeceksin de ne zaman gezeceksin azizim dedim kendime. hem beleş yerde var oralarda şimdi kalacak yer bulacaksın da falan da filan da hani boş mezar olsa misali benimki işte. gel gör ki şu sıkıntılı günlerde bu iş biraz tuzlu geldi. oraya buraya harcamayayım aman dışarıda yemeyeyim(öğrenci evinde içeride ne yiyebileceksem(!) ) derken etrafımdaki insanları fazlasıyla darladığımı fark ettim. fena bir şey tabi. mesela yarın pasaport için fotoğraf çektirmem lazım ona para ver sonra pasaport başvurusunda 95+50 ver haftasonu da ev arkadaşının doğum günü olsun hem hediye hem kutlama derken... sustum. kısaca şöyle ki hayat zor ve tuzu fazla.

13 Aralık 2010

Hatırlanacak olursa tam üç gün önce soyunmuştun
Bir duvarın üstünde
Bir yandan elma yiyorsun kırmızı
Bir yandan sevgililerini sebil ediyorsun sıcak
İstanbul'da bir duvar

                              

11 Aralık 2010

Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun
Elma da elma ha allahlık
Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı
Kuşlar uçuyor üstünde
Gökyüzü var üstünde

"elma" dersem elmadır.

Karşınızda gülgiller familyasından; elma.



 12 Aralık ile 21 Aralık tarihleri arasını elma günü ilan ediyorum. Ettim. Afiyetler olsun.




10 Aralık 2010

üç yumurtayı kırdım önce biber gazı sıktım ince ince göz kararı da biraz cop kattım kalktım sana düzen yaptım.

09 Aralık 2010

"polis imdat: 155
imdat polis: ???"  şu son günler daha güzel anlatılamazdı.

Acı süt. halk arasında acı süt diye tabir edilen hastalık üzerinden Peru'daki cunta döneminin insanların üzerinde yarattığı korkuyu ele alan bu film başrol oyuncusu olan Magaly Solier (filmdeki ismi Fausta)'in etkileyici sesiyle olağanüstü bir yapıt olmuş. Fausta'nın annesinin de o müthiş sesiyle söylediği şarkıyı atlamamak lazım. daha önce böyle sade bir anlatımla bu kadar etkilendiğim bir film izlediğimi hatırlamıyorum. gerek Peru'daki gelenekler gerekse insanların aralarındaki ilişkiler gerçekten çok ilgi çekici aynı zamanda da yüzde gülümseme uyandıran detaylar olmuş. ben çok sevdim anlata anlata da bitiremem o yüzden kocaman sevgiyle tavsiye ederim=) (ayrıca Claudia Llosa'nın yönettiği bu film 2009 Altın Ayı ödülü almış. film hakkındaki görüşlerimi zaten etkilemeyecek olsa da bilmekte fayda var dedim=) )

08 Aralık 2010

Mr. Nobody
muhteşem bir film ve süper bir sountrack! Tıklamaya değer!

en nihayetinde wikilen yine biz hep biz

pazartesi günü muhabbet kralında işlenen wikileaks konusunu bugün internetten izledim. önce bir grup burjuvanın oturmuş kendi fikirlerini "istop" oynar gibi savurduğunu düşünsem de kerem kabadayı'nın katılmasıyla olay biraz daha medyanın toplum üzerindeki etkisine döndü ve ilgimi çekti. öncelikle wikileaks'i kestane çeşidi sanan vatandaşımıza kızmamalı mıyız bunu düşündüm. iki taraf vardır biri cahillikle suçlar diğeri eğitilmemişlikle aslında ikisi de aynı gibi durur ama biri kişinin suçudur der diğeri devletin. ben ikisine de hem katılıp hem katılmayanlardanım. bir kere kişiyi ve yaşadığı çevreyi birbirinden ayırıp bireyi tek başına inceleyemeyiz bu yanlış kanılara sebep olur. her geçen gün algılarımızı daha da körleştiren odağımızı dağıtan kapitalist sistemde insan düşünebilmek için yine de savaş vermektedir ve bunu yapamayanlar masum değildir ancak suçlu da değildir. bunun bana göre açıklaması insan hayatından taviz vermemeli ancak fikirlerini de girdiği kaba göre şekil alan şeyler yapmamalıdır. yani bu sistem sana düşünmemeyi dayatıyor diye buna boyun eğme ama elinde olmadan yine de bu sisteme ayak uydurmak zorundasın o yüzden düşünemediğinde tek suçlu sen değilsin ama yine de suçlusun kardeşim. bu böyle. daldan dala atlamış olmam bazı şeyleri hala oturtamadığımı gösteriyor. aslında demek istediğim (başka bir dala geçip söyleyeyim) 7 aralıkta muhabbet kralına katılan-ki aynı programda çok defa gördüğümüz- bilgi üniversitesi öğretim üyesi olan levent erden'in kısa ve açık bi şekilde söylediği şu sözlere katılmamdı. bakınız: "yapılacak çok şey var yapabileceğim çok az zamanım var ve sürekli olarak bana dayatılan şey geridesin geridesin geç kaldın alice'in tavşanı gibi.sürekli olarak geç kalmış durumdayım.ne yaparsam yapayım yapamadıklarımın sayısı daha fazla bu çok ezel bi şey sonuç olarak ben basit etten kemikten yapılmış 24 saati olan bi ...insanım büyük aidiyetleri yapamadıysam eğer minik aidiyetlerle bundan kurtulmam lazım." bu minik aidiyetlerden kasıt medya daha çokta internette kendimizi soktuğumuz grup ve benzeri yerler, sosyal sorumluluk projeleridir. diyeceğim o ki; kesinlikle.

02 Aralık 2010

en sevdiğime vericem yarın bunu. en sevdiğim yıllardan kalan en sevdiğim bakkal amcanın her gün bana bi tane verdiği günleri anlatıcam ona. mutlu olucaz evet.
fedakarlık kadar kısa tıkla bak.

30 Kasım 2010

Böyle pamuk şekeri tadında yumuşak sade bir film; tam sevmelik.


23 Kasım 2010

kendi kendine konuşmaktır aşk!

Cezmi Ersöz'ün yazdığı Kürşat Alnıaçık'ın oynadığı, bir adamın hayatından geçen tüm kadınlarla olan içsel yüzleşmesini anlattığını düşündüğüm bu oyunu bugün izledim ben. Tek kişilik bir oyun olmasına rağmen gerek dekor gerekse ışık tasarımıyla görselliğin de gerçekten göz doldurduğunu söyleyebilirim. Kürşat Alnıaçık'ı ilk defa izledim etkileyici sesinin yanında davranışları modern dansla birleştirmesi epey ilgi çekiciydi. Yaşantıları görselleştirmek insanın düşüncelerini somutlaştırmasında çok etkiliymiş oyunu izlerken bunu farkettim. Kesinlikle izlenmesi, üstünde düşünülmesi gereken mükemmel bir eser. Her ne kadar Cezmi Ersöz'ün romantikliğinin tadını pek alamasam da bunun oyunu daha ilgi çekici kıldığını düşünüyorum. Ayrıca müziklerin de Vedat Sakman'a ait olması pek şuh olmuş doğrusu=) Keyifle izlenir üstünde tartışılır.

21 Kasım 2010

tıkk tıkk!!
padam. padam. padam. 
 
                     
                          

20 Kasım 2010

ben. sahiden ben. her neysem işte.

Aslında yazı yazmayı sevmem ben çoğu şeyi sevmediğimi söyleyip yaptığım, sevdiğimi söyleyip yaptığım nadir görülen şeyler gibi.
yemek yapmayı severim mesela ha bilmem o ayrı, sevmekle bilmenin arasındaki ilişkideki gibi çok bilenin az sevmesi teorisine dahildir belki bu da.
bulaşık yıkamayı sevmem işte bu da sürekli yaptığım sevmediğim şeylerden, anlamam da bulaşıkla sevmemenin ilişkisini en nihayetinde sen yedin dimi?
telefonu da sevmem her saniyemi onunla paylaşmayı sevdiğimle aramda aracı olmasını sevmem yaptığı bütün iyilikleri suistimal etmek isterim hep.
telefon ışığına özel bi ilgim olmadığı söylenemez biraz arsızlıktan biraz şımarıklıktan akla geldiğimi gördüysem sevinir gülücükler atarım
lakin şarjı bitiyo diye ya da canı sıkıldı diye yaktıysa kendini kinlenirim dudaklarımı sıkarım(diş raddesine vardırmam pek).dün yere düştü sesi
kısıldı bi süre de düzelmedi içim burkuldu ameliyattı filan derken masrafından değil de bi süre ayrı kalmamız gerekir diye.. neyse ki düzeldi şimdi
pohpohluyorum kıymet anladım sanırım. genelde hep kaybedince kıymet anlarım hoş çok klasik bu muhtemelen çoğu insan öyledir ama böyle bi laf
olduğuna göre kaybetmeden anlayabilen de vardır muhakkak bak şimdi kıskandım onları. böyle olur olmaz kıskançlıklarım vardır, pek olmaz değil
aslında bence gayet oluru olan kıskançlıklar bunlar sonuçta insan dediğin erişemediğini kıskanır hadi çok kibarcık olanlar imrenir filan ama hepsinin
kökeni aynı değil mi? aklımdan geçen her kelimeyi tutmak isterim çoğu zaman bazılarını o kadar severim ki sarılmak bile isterim ama böyle sembollere
dönüşünce ne bileyim sıradanlaşıyorlar sanki işte herkesten olanı sevemiyorum. çok olanı çok sevileni çok okunanı çok yeneni sevmem belki de çok'adır
garezim pekte düşünmedim sevmem işte sevginin nedeni mi olurmuş hem.. öyle her şeye inanmam kuşkucuyumdur çok, suya tuz atınca geç kaynamasını gözümle görmek
isterim belki de kutsalla aramda olan ilişki de bundan biraz kopuktu hep. aslında bi tanrıya inanmak isterim sonuçta her zaman kızmak ya da küfretmek için
biri şart ya da en olmadı yalnız olmadığını bile hissedersin belki bilemiyorum tanrısı olanlara danışmalı. hakimiyet sevmem hükmetme heveslisinden koşarak
uzaklaşmak isterim ama işte bazen kaçamam biraz da üşengeç olduğumdan süründürürüm olayı tabi eninde sonunda sonuca ulaşır da bu süreçte açılan
yaraları sarılarak iyileştirmekte zorlaşabilir.canım çok acımaz ya da acıttığım kadar acımaz demek daha doğru sanırım.çok çarparım keserim vururum kanatırım yakarım
ama alışırım iz bırakmaması kaydıyla tabii yoksa iz bıraktıysa bende istenmeyenler çirkin olurum çok kızgın olurum üzgün olurum buruk olurum. sinirlenince koşmak
isterim gidebildiğim kadar uzağa yorulabildiğim kadar yorulup dönerken iç koşumdan yatıştığımı hissetmek hoşuma gider. akışına bırakamam ben, kontrol
manyağı sayılmam ama içinde olduğum şeye elim değsin isterim yönünü değiştirmesem de yolundan çevirmesem de istemediğim yolda çakıl taşı olmak ya da istediğim
yolda arkadan esen rüzgar olmak önemli hissettirir kendimi kendime. türk filmlerinde başına kötü şeyler gelmiş insanlar sonunda mutlu olduklarında geçmişlerini
unutamam ben onca acıdan sonra insan nasıl mutlu olur anlayamam. kötü karakterlerin sonunda merhametli olmalarını da kabullenemem istikrarlı olsun isterim insan
kararlı olsun isterim belki de hep olmak istediğimi, görmek istediğim için.. yalnız kalmaktan çok korkarım , kalabalıktan korktuğum gibi.. birini tercih etmek
zorunda bırakılsam ikisini de etmem çünkü tercih etmek zorunda kalmaktan nefret ederim. yalnız uyumak istemem hiç, sevdiğim bi şey hep yanımda olsun isterim
öyle oyuncakla filan uyumak gibi alışkanlıklarım olmadı pek genelde yastığımı çarşafımı sevdim onlarla uyuduğumda yalnız hissetmedim kendimi. yataktan kalktığımda
da çarşafımı düzeltmek istemem o birliktelik duygusu hep kalsın sevdiğim hiç değişmesin isterim yoksa dağınıklık denilen şey bu mu, buysa da dağınığım ve düzenli olan
her şeye karşıyım. birisiyle birlikte uyumak zordur benim için nefes hissetmekten pek hoşlanmam ama çok seviyosam arada nefes alıp almadığını bile kontrol ederim.. sıcağı sevmem ama sıcaklık hissetmeyi severim sıcaktan dokunamıyosam ağlamak
isterim. başkalarının yanında ağlayamam çok ancak hafif dönüyosa başım nedense hep ağlamak gelir içimden tutamam.. sevgi arsızıyımdır en aşırı olanından hem de
öyle mızmızlanmak dudak bükmekten çok ilgi istiyorum diye bağırırım daha çok işe yaradığından değil ama bekleyemem o anda istiyosam hemen olmalı bunun için de
en direk yoldan söylerim hep böyleydim küçükken de dinlenmediğimi hissettiğimde annemin başını çevirir beni dinlee derdim. isteklerime göre yaşadım hep yaşıyorum da.
mantıksız değilimdir ama isteklerim hep ön plandadır bi şey yapmak istemiyosam şımarıklığa vurmam işi şartları değerlendirir ona göre düşünürüm ama istemediğim bi şeyi
bana yaptıranı hiç bi zaman sevemem seviyomuş gibi davranırım o da en fazla. istediğim olmadığında çok üzülmem ama istemediğim olduğunda çoktan daha fazla şeyler
yaşarım.insanları severim ama pek yaklaşmam bazen korkarım bilinmeyenin gizemine kapılmak gibi huylarım fazla gelişmediğinden ihtiyacım olan ve bana ihtiyacı olan insanların
yanında olurum diğerlerini incelenmeye değer görürüm o kadar. fazla hasta olmam ama olduğum zaman hiç istemediğim kadar ilgi ve sevgi isterim üşüyen ayağımın
avuca alınmasını yanağımın okşanmasını severim. dayanamadığım bi şey de avucun yanağımı sarmasıdır en çok o zaman aramın iyi olmadığı güven duygusunu
hissederim ve nolursa olsun huzur bulurum.. nescafeyle çikolata hayatımda değişmesini istemediğim şeylerin başını çekerler çok severim pek severim en severim, asıcaz seni
deseler ikisinin tadı ağzımda ve kokuları burnumdayken asılmak isterim... moru severim bana kattığı heyecanı samimiyeti soğuk ama içten duruşunu hiçbi şeyle değişmem.
çileğin bedenimde ve ruhumda yaptığı etkiye hayranım büyü diye bi şey varsa onun ancak çilek yediğimde başıma geldiğine eminim(bi şey daha var ama onu söylemem)
kokuya olan hassasiyetimin de etkisiyle onun beynimde yaptığı etki dudağımda bıraktığı tatla birleşince... işte bu sansürlenir.
sevdiceğin lacivert olanını severim. ve en çokta sevgili sevmesini severim çünkü en güzel o sever ve en kıymetli odur. vazgeçemeyeceğim tek yer dünya yoksa onun içindeki her yerden çabuk sıkılıyorum.
Ne söylesem gel işte. gel işte.

19 Kasım 2010

Bir deniz düşü için

       Herkes aynı sahilde kümelenirken, denize karşı çölün sevgisini  öneriyorum...Bir şarlatanın sevgisine, bir abdalın kederli sevgisini.Ölüme karşı yaşamın, geçmişe karşı geleceğin sevgisini.Tutulmayan ellerin, bakılmayan gözlerin, bulutların, suların, yosunların sevgisini...Kuşların; evet, bütün kuşların sevgisini.Bir  nehirken, bir deniz olmak düşü için düşlerin sevgisini...Düşlerin sevgisini!
        Elitis, “En yorgun nehir bile/Dolanıp ulaşır denize,” diyor; örselenmelerin, coşkuların büyük depremlerinin ummanında yorgun nehirler gibi -hep bir deniz düşüyle- akıyor ve yaşıyoruz bizler de... Akıp varacağımız yer ise düşteki denize rağmen meçhul bir soru imi günlerin terli göğsünde...
       Çünkü bir sonraki günün sabahına kimin, nasıl uyanacağı belirsiz bir toplumsal güvensizlik ülkesi Türkiye.  Birey olarak duruşunuzdaki vakur tercihler için ansızın bedeller konulabilir önünüze...Tabii “kral” değilseniz, soytarıyı oynamayı da reddediyorsanız, bu bedellerle çok sık karşılaşırsınız; fakat üzülmeyin, zamanla alışırsınız...
       Bütün kederlere, yıkımlara rağmen insan, her zaman dünyaya geldiğine minnettar; aşka, ekmeğe, gökyüzüne minnettar.Modern dünyanın insanlığa kazandırdığı sosyal refahın yanı başında yaşattığı kuşatma ve örselenmelere rağmen yaşıyor olmak,insan için hiçbir gerekçeyi pişmanlığa dönüştürmeyecek kadar güçlü bir duygu.
       Bu duygunun, duyarlığın civarında ise kral ve soytarı oyunu, insanlık tarihinin büyük oranından bugüne, evrile evrile, ama öz değil, sadece biçim değiştirmiş ve sürüyor... Daha gündüzler boyu ışıkta, yarı aydınlıkta ve zifiri karanlıkta bile inanlığınküçümsenemeyecek bir oranının bu oyunu sürdürdüğünü görüyoruz.
       Mevcut normlara göre barbar değilseniz, kralı oynayamazsınız; soytarıyı oynamayı seçtiğinizde ise asla kendiniz olamazsınız... Kralı oynamak, verili bütün toplumsal yasalarla koşulsuz uzlaşmayı öngördüğünden, hiç de albenili değil; duygularından ruhuna, ilişkilerinden değerlerine dek ne çok şeyi aldıktan sonra, verdiği rezil karşılıkla bir süre hükümran olunur belki, ama “insan” olunur mu ki? Kralı da soytarıyı da oynamayı reddettiğinizde, giderek yalnızlaşır, giderek daha çok yaralanır ve mağlupların hanesine yazılırsınız...Oyun dışı kaldığınızda, mağlupların hanesine yazılmaktan başka bir seçenek sunulmaz size; haklı bir yalnızlık ve onurlu bir yaralanmadır bu.Çirkinliklere dalkavukluk, rezilliklere figüranlık etmeye her zaman yeğdir... 
    Montaigne, “Krallar da, dilenciler de hep aynı iştahla acıkırlar” diyor; fakat siz, huzura ne kadar acıksanız da, ta başından verili olana bir figüran olmayı reddettiğiniz için payınıza eksiler düşürürler...

     Kral ve soytarı oyununda krallar, soytarılar ve bilumum dalkavuklar hep yerleşik; verili olanla uzlaşmayı reddeden ödünsüzler ise hep göçebe, hep sürgündürler. Çünkü köşe ve su başlarını tutmuş krallar ve onların uşak orduları, ödünsüzleri dize getirebilmek ve erklerini gerçekleştirebilmek için aman vermezler...
     Yaşadığımız gezegende pek çok tarihsel kişiliğin, kültür ve sanat adamlarının sürgünlerde heba olmuşluğu bilinir. Yara alan onurun son mevzisini kurtarmaktır bazen göçün işlevi... Kalanı kurtarmaktır; kalan ne ise onu kurtarmak ve yitirilen neyse yerine  geride kalanlar için bir ünlem bırakmaktır.
      Göç de bir tür başkaldırıdır. Sosyolojik olarak “göç”ün nedeni, özetle ve en yalın tanımıyla “daha iyi bir yaşam”dır. Tarih boyunca barbarlar, insanlığa daha iyi bir yaşam için başkaldırmaktan, bu yüzden de göç etmekten, sürülmekten başka bir seçenek sunmamışlardır.
      Göç, hayatın kurulu düzenini, verili olanı altüst edilebilmektir. Göç, elbette cürettir, serüvendir ve serüven, herkesin harcı değildir; mâlumdur, her memur göç etmez veya her memuru göç ettirmezler...
Yerleşik yaşamlarından; işlerinden, ilişkilerinden, alışkanlıklarından -gerektiğinde cüretle feragat edebilenler, ehlileşmeyi aşarak, hayatın kurulu düzenle sınırlandırılan anlamını da cüretle altüst edebilenlerdir; kaldı ki hayatın sunulan anlamı altüst (de) edilebilmelidir; ama bunun için de önce kafasındaki duvarları, karakolları yıkabilmelidir insan.
     Sıradakinin, sürüdekinin evrenine kilitlenerek Kafka’nın hamamböceklerine ya da Gonçarov’un Oblomov’una benzeyerek yaşamak ve hep küçük imtiyazlar için büyük ödünler vermek zorunda kalmak, nasıl onur kırıcı ve katlanılmazdır...
     Hayatın verili anlamını altüst edebilmek, her şeye başka pencerelerden bakma olanağı sağlar ve insanı bilincin belirlenmiş sınırlarının dışına taşıyarak yitirebilecekleriyle yüzleştirir; yitirebileceklerimizle yüzleşebilmek, kafalarımızdaki korku duvarlarını yıkar.Yüzleşebilmek, insana özgüveninin kaçınılmazlığını da anımsatıp, kişiye yalnızlığını çırılçıplak gösterir; yalnızlığı, acıyı görmek ve bilmek, kişinin bilincini özgürleştirir; özgürleşmek, özerkleştirir.Özerkleşmek, özgünleştirir.Özgür, özerk ve özgün olmak, kişilik sağlığına her zaman iyi gelir...
     Kanımca en güçlü insanlar, yalnızlıktan, kendi olmaktan sakınmayanlardır.Bedeli yalnızlık mıdır bunun, yani kendi olmanın, kalmanın? Yalnızlıkta ne var, acı mı? Acı çekmeyi bilmeyen insanların başarılarına da, sevgilerine de inanmamalıyız!
      Özenle kurulmuş o köprüleri bir çırpıda atabilmek, her insanın harcı değildir.Çünkü bazı hayatlar, bazı dengelere adeta mıhlanmıştır. O hayatlar, biraz da iskambil kâğıtlarından yapılan şatolara benzerler; bir kâğıdı çektiğinizde bütün şato yıkılır gider.Onlar hep bayrak direği gibi çakıldıkları yerde yaşamayı kanıksamışlardır...
      Kimilerinin de şatolarındaki bazı kâğıtlar, zaten çekilip her biri bir yerlere saçılmışlardır; bu yüzden bir kâğıdın çekilmesiyle çekilmemesi arasında bir fark yoktur; o insanlar, gittikleri her yere kendi portatif şatolarını kurarlar.Çünkü onlar da portatif yaşarlar: Katlanabilmek için...
 “Olağan” ve “Olağanüstü” olmak üzere iki tür insana inanıyorum.Olağan insanlar, yaşamlarında hiçbir riske yer açmadıkları için, ne uzar ne kısalırlar.Sanki görünmez bir el onları bir atlıkarıncaya bindirmiştir ve güzergâhları: Tuvalet, mutfak, yatak odası, işyeri, stadyum, cami, mahalle kahvesi vb.’dir; hep aynı yerlere gider döner, gider ve dönerler.
       Genellikle sürüler halinde yaşar, birlikte düşünürler.Üremek, en önemli maharetleridir ve bütün canlılar gibi üremekten büyük haz duyarlar ve yaşamın anlamını bununla sınırlarlar. Kendilerinin yerine hep başkalarının düşündüğüne inandırılmışlardır.Bu yüzden fikirleri de kendilerine ait değildir. Genellikle milliyet, din, futbol takımı taraftarlığı gibi hazır, paket servis aidiyetlerle kendi aralarında, -ama sadece kendi aralarında- anlaşırlar.İlkeleri ve doğruları yoktur; çıkarlarına ve güdülerine göre -cemaatler, sürüler, mangalar halinde yaşarlar.   
      Bazıları kendilerine sunulmuş aidiyetlerin öyle ateşli savunucularıdır ki, o kişilerin sanki doğmadan önce milliyetlerini bir dilekçeyle sanki kendilerinin seçtiklerini, kutsal kitapları sanki oturup kendilerinin yazdıklarını, taraftarı oldukları futbol kulüplerini sanki kendilerinin kurduklarını sanırsınız... Kendi ürettikleri, kendilerinin yaşama kattıkları değerleri ve farklı konularda dişe dokunur fikirleri olmadığı için, bu konular kapandığında genellikle konuşacakları birşeyleri kalmaz...
     Yapışık yaşarlar...Uyanır uyanmaz birbirlerine ilişip gün batıncaya dek didişir, boğuşur, tartışır ve birbirlerine üzerlerinde rakamlar bulunan birtakım küçük kâğıtlar-yani çekler vb. evraklar- alır verir, sonra o kâğıtları geri almak veya yeniden bir başkasına vermek için debelenir dururlar; kendilerini oldurmak, hırslarını doyurmak için mütemadiyen birilerinin sırtlarını, onurlarını, emeklerini, kalplerini çiğnemek zorundaymışlar gibi davranırlar; bunlar kendi aralarında namaz kılanlar ve kılmayanları olarak ikiye ayrılırlar; namaz kılmayanları rakı ve bira içer, çok işer ve genellikle herkes çok uzaktaymış ya da sağırmış gibi en yakınındakilere bile bağırarak ve her fırsatta küfürleşerek anlaşırlar.Bazılarının sık sık “hııı”, “haaa”, “ohhhş” gibi hayvani sesler çıkardıkları görülür. Dağarcıklarında “....ına goym”, “..kmek” gibi sarf etmeden yaşayamayacakları  kimi cümle ve sözcükleri ve “hişşt”, “leyn” gibi her zaman umuma açık hitap biçimleri mevcuttur(!)
       Olağan insanlar, yaşıyor gibi yapmayı bin kez, finalde ölümü ise bir kez becerirken, yaşamın anlamını altüst edebilenler ise, öldüklerinde geride kalanlara sundukları değer ve erdemlerle anılabilen, yalnız yaşamı değil, ölümü de hakkedebilenlerdir... Onlar, yüreklerinde kasırgalar koparken bile hayata gülümseyebilen, kendilerinden öteye akabilmek için kendilerinden artabilenlerdir.
Olağan insanlar, Pavlov’un “şartlı refleks” kuramına yakışarak, kendilerine öğretilmiş her şeyi tereddütsüz alıp bütün koşullanmışlıklarıyla yaşamlarının sonuna dek hiç eleştirel bakmadan, kıyaslamadan taşıyan, yenilik ve değişim talepleri olmayan “sessiz çoğunluk”takilerdir. Onlar, güçlü görünen zayıflar, cesur görünen korkaklardır; mal varlığı zengini, ama bilinç ve ruh yoksulu olma özellikleriyle de uzlaşmacı ve itaatkâr insanlardır.
     Olağan insanlar, her fırsatta yenilirler; bir acı, bir savruluş, bir yanılgı, bir aşk kırgınlığı, bir ölüm haberi yüreklerinde, belleklerinde derin izler bırakmakla kalmaz, geride kalan hayatlarını da bu nüanslar üzerine kurarak hasta kişiliklere bürünürler; onaramaz, bir daha doğrulamazlar...
     Bu nedenle ben, Hitler’in “ari ırk” tanımı gibi örneklerle kıyas kabul etmeyecek biçimde, “olağan” ve “olağanüstü” olarak iki ayrı kategoride niyetleyebileceğim insan ayrımına inanıyorum. Nietzsche’nin “üstün insan” tanımına da inanıyorum. Çünkü hiçbir zaman sadece tesadüfler, ilişkiler vb. faktörler, insanları ait olmadıkları kimlik ve duruşlara götürmez.Çünkü hiçbir başarı tesadüf değildir.
    Dahiler, mucitler, halk önderleri, sanatçılar, bilim adamları, kendilerini risk kulvarlarında duruşlarıyla, emekleriyle var ederek yaşamın, düşüncenin kurulu düzenini çoğu kez altüst edip, insan olmayı, yaşıyor olmayı daha çok anlamlandıranlardır.Onlar, bilincin belirlenmiş sınırlarını dinamitleyen insanlardır.Onlar nicel kalabalıklara fark atanlardır...
     Onlar, günlerin çarmıhında yorgun nehirlerden denizlere akabilen ve bir deniz düşünü düş olmaktan çıkarıp, kendilerine ve hayata giydirebilen veya bunun için emek vermeyi, bedel ödemeyi göze alanlardır. Onları tarih boyunca yargılayanlar ise geride mezarlıklarda kemiklerinden başka hiçbir şey bırakmayanlardır.
    İnsanlık, bin yıllar boyunca katedebildiği bütün kültürel, sosyal, düşünsel, siyasal mesafeyi, cüretle atılıp “Hayır!” diyebilen, üretebilen, diretebilen, sevebilen ve ısrarla değiştirebilen o insanlara borçludur; katettiğimiz sosyokültürel duraklarda, yaralandığımız teknolojik, hukuksal vb. gelişme ve yaptırımlarda hep onların parmak izleri vardır ve biz, kısacık ömürlerimizle onların en kötü kopyaları bile olmayı başarabilirsek, onların ortaya koyduklarına bir nebze yaraşabilirsek, bize ne mutlu…
   Bu yüzden işte herkes aynı sahilde kümelenirken, denize karşı çölün sevgisini öneriyorum... Bir şarlatanın sevgisine bir abdalın kederini.Ölüme karşı yaşamın, geçmişe karşı geleceğin: tutulmayan ellerin, bakılmayan gözlerin, bulutların, suların, yosunların sevgisini.Kuşların; evet, bütün kuşların sevgisini! Bir nehirken deniz olmak düşü için düşlerin sevgisini... Düşlerin sevgisini!
                                                                             Yılmaz Odabaşı

Sakızım düştü

''Basarsan alırsın ''lı ''Koşu yoluma at ''lı klasik bir maçtı. Terden saçlarım birbirine yapışmış, boynumdaki kir çizgileri, güneşin altında başım zonklaya zonklaya oynuyordum. Takım olarak ise gerçekten rezil bir durumdaydık. O kadar kötü bi durumdaydık ki kalecimiz kendini bilmez bi şekilde sanki sol açık gibi topu alıp karşı takımın kalesine doğru artistik çalımlar eşliğinde ilerlediği bi anda topu kartırmıştı ve onların ceza alanına doluşmuş tam kadro olarak bittiğimizi resmileştiren golü izlemiştik. Karşı takımın oyuncusu bizim bomboş ceza alanımızı geçip boş kalemizin önünde topu ayağıyla sabitledi ve yere eğildi. Sonra kafası ile topu yavaşça sürdü kalemize doğru. Böyle bir gol, siz sevgili okurlarımın da bildiği gibi normal bir mahalle takımını dağıtmasına, golü yiyen takımın kaptanının topu tutup havaya rastgele degaj çekip uzaylamasına sebebiyet vermesine, ardından dikilen topun sahibinin aşağıdaki bayırda topun peşinden küfür ederek koşmasına ve maçın bitmesini sağlamasına rağmen biz maçı bitirmedik. Kaleye doğru gidip ''Ver lan eldivenleri ben geçicem kaleye. Sen bas! Kıran kırana oynuycaz'' diyerek ittim denyo kalecimizi. Tecrubeli bir file bekçisi gibi direğe yaslanarak taktikler veriyordum takımıma . Ama kimse beni dinlemiyordu. Umursamadım bağırmaya devam ettim. Yavaş gelen bir aşırtmayı çift yumrukla bertaraf etmek isterken yanlışlıkla içeri aldım. Eski kalecimizle göz göze geldik. Çabuk hareket edip topu alıp sanki daha deminki salak ben değilmişim gibi millete ileri gitmesi için bağırarak degaj çektim ama ileri dogru gitmesi gereken top, ayağımın dışına gelerek sağ yanıma düştü. Zalim top, rakip takımın santraforunun önce göğsünde yumuşamış sonra da ayağının içinde yerini bulmuştu. Üzerime doğru şut çekmek için geliyordu. Her şey boka sarmıştı, belli ki bir mermi kıvamında gelecekti şut. Tırstım... Top resmen tsubasanın yamuk topu gibi geliyordu üzerime zıplayarak kaçılmaya çalışırken götümün yanı ile baldırım arasına çarparak zıbarttı beni. Sanki topu tutmuş gibi oldum. Ama ceza sahamızdaki tehlike bitmemişti. Biraz zıbardığımdan reflesksel olarak hareket ettiğim için, biraz da benden başka kimse olmadığı için topu ayağıma alarak şık hareketlerle ilerledim. Orta sahayı geçince ''Oluyo lan'' diye düşünüp iyiden iyiye gaza geldim. Diziyordum resmen lavukları. Ama birden iki kişi girince dengemi kaybettim yan taraftaki tellere tutunup çalıma öyle devam ettim. Mücadele uzayınca yere düştüm yerde oturarak çalıma giriştim. Yine siz sevgili okurlarımın bildigi üzre yere oturarak yapılan mücadele , mücadelelerin en rezilidir, futbol tarihinin yüz karasıdır. Tam o sırada çocukluk arkadaşım, canyoldaşım, hemşerim, biricik dostum Namık'ı gördüm. Ben ağzım açık oturduğum yerden Namık'a bakarken top ayağımdan alındı ve yine golü yedik. Gol tanıdık, rezillik tanıdık ama Namık farklıydı. Adam çıkarıp hemen oyuna dahil olması ve takıma dahil olması ve takımı kurtarması gerekirdi normal şartlarda ama öyle yapmadı. Elleri cebinde öylece bizi büyük bi ciddiyetle izledi. Oyun en sonunda havaya dikilen degajla bitti, top bayıra gitti. Top sahibi bayıra ben Namık'ın yanına koştum. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Ne güzel kir pas içinde, itişe kakışa oynuyorduk, neydi bu temizlik, neydi bu mesafe tam anlayamamıştım. Garip bir şeyler oluyordu. Bana cebindeki kutudan bi sakız verdi. Karşılıklı konuşmadan çiğnedik bi müddet. ''Biz bugün köye gidiyoruz. Üç ay yokuz'' dedi. Sevgili dostlarım şimdi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama o gün ilk defa bi şeylerin değişmesinin beni ne kadar korkuttuğunu anladım. Sanki hep öyle devam edecek sanarken, insanların birtakım kararlar alması, birden ciddi bir mesafe takınması çok koydu bana. En yakın arkadaşımçok yabancı geliyordu lan! ''İyiydik lan. Nereden çıktı bu köy'' demek istedim. Sonra anne baba ve kardeşi geldi. Bavulun bir ucundan tutup bayırdan aşşağıya doğru yürüdü gitti tertemiz yeni yıkanmış Namık. Arkasından bakakaldım. Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Ağzımdaki sakızı biraz önüme tükürüp sakıza bir şut çektim Sonra geriye doğru koşarak top sahibinin elindeki topa vurup düşürüp elime aldım, uzayladım. Top bayıra doğru gitsin istedim ama Namıkların terk edilmiş balkonuna düştü. Bayıra son bi kez baktım, arkasına bakmadan gidiyordu. S.keyim böyle hayatı dedim.


Çok sonraları, dört yıl önce, yine böyle bi yaz, mühendisliği anlamsız bir şekilde, ortada hiçbir neden yokken bırakıp zağar gibi sokaklarda gezdiğim sıralarda aynı duyguyu yeniden hissettim. Kız arkadaşımla Beşiktaştaki çay bahçesinde oturuyorduk. Namık ciddiyeti vardı suratında. Ben '' Bi çay daha içer misin'' diyecekken söze girdi ve ''Ben geleceğimi düşünmek zorundayım Umut. Kusura bakma'' dedi. ''iyiydik lan'' demek istedim diyemedim. Gidişini izledim. ''Artık kaşar oldum, bi daha hissetmem'' derken bu sefer asker ocağında sigarayı bırakmaya çalıştığım sıralarda yakaladı beni duygu.Telefondaki ses çok ciddiydi bu sefer. ''iyiydik lan''diyebildim bu sefer. Telefonu kapattım. Ağladım, çok ağladım. Ağlarken sakızım ağzımdan düştü. Ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım.
                                                                                                                   Umut Sarıkaya